Travmanın Psikanalitik Tedavisi ve Analistin Kişiliği- Salman Akhtar

Çeviri: Ufuk Koşar

(Salman Akhtar, Türkçeye çevrilen kitaplarını çok severek okuduğum ve bana psikanalitik ekolü sevdiren çok kıymetli bir psikanalist. Özellikle psikanalitik meseleleri oldukça güncel ve gündelik bir yerden ele almasıyla bana Klein’ın anlatım şeklini hatırlatır. Klein okurken söylediklerini hem nasıl bunu düşünemedim derken buluruz kendimizi hem de bir yandan eşsiz söylemin tadına varırız. Benzer bir duyguyu Akhtar okurken de taşıyorum. Umarım bir gün kendisi ile yüz yüze tanışmak kısmet olur.)

Sigmund Freud (1912), psikanalitik tedavinin yürütülmesine ilişkin ilkeleri tanımlarken, önerdiği şeyin kendi karakterine uygun olduğunu ve başkalarının bu ilkelere göre hareket etmek için kendi yollarını bulabileceklerini açıkça beyan etmiştir. Okuyucu yüzünü buruşturup ifadelerimin doğruluğunu sorgulamaya başlamadan önce, ustanın kendisinden alıntı yapmama izin verin.

“Burada öne sürdüğüm teknik kurallara, uzun yıllar boyunca edindiğim kendi deneyimlerim sonucunda ulaştım. Bununla birlikte, bu tekniğin benim kişiliğime uygun olan tek teknik olduğunu iddia ettiğimi açıkça belirtmeliyim; oldukça farklı bir yapıya sahip bir hekimin, hastalarına ve önündeki göreve karşı farklı bir tutum benimsemek zorunda kalabileceğini inkar etmeye cüret etmiyorum. (p. 111)”

Freud’un farklı psikanalistlerin farklı yapıda olabileceğini kabul etmesine ve diğerlerinin yenilikçi olmalarına ve terapötik tekniği kendi kişisel tarzlarına göre uyarlamalarına açıkça izin vermesine rağmen, çoğu psikanaliz uygulayıcısı tam tersi bir yol izlemiştir. Onun yönergelerine bağlı kalmışlardır ve titizlikle uygun veya standart ya da ana akım veya klasik bir teknik oluşturmaya çalıştılar.

STANDART BİR TEKNİK İÇİN BAŞARISIZ ARAYIŞ

Kurt Eissler’in (1953) parametreler kavramı, yani standart bir teknikten geçici ve klinik ihtiyaca dayalı sapmalar, psikanaliz yapmanın doğru bir yolunun var olduğuna dair o dönemde yaygın olarak sahip olunan inancı güçlendirdi. Heinz Hartmann’ın (1960) “analitik terapi bir tür teknolojidir” (s. 21) şeklindeki açıklaması, klinik girişimimizden öznelliğin, çeşitliliğin ve nüansın ortadan kaldırılmasına bir saygınlık mührü daha vurmuştur. Bireysel analistlerin karakter tarzlarındaki farklılıkların (örneğin, düşünceli, neşeli, metodik, şakacı) uygulama tarzlarını etkileyebileceği gerçeği, mesleğin farkındalığından uzaklaştırılmıştır.

Ancak özel olarak hiç kimse tüm psikanalistlerin aynı şekilde çalıştığına inanmıyordu. Kesinlikle temkinli Anna Freud, keskin zekalı Melanie Klein ve şakacı Donald Winnicott klinik müdahalelerinde aynı değillerdi. Emin olmak gerekirse, üçü de anonimlik, çekimserlik ve tarafsızlık gibi “üçlü kılavuz ilkelere” (Pine, 1997, s. 13) bağlıydı ama sonuçta oldukça farklı çalışıyorlardı.

Örneğin, serbest çağrışım söz konusu olduğunda, Freudçular düşünce zincirinde neyin dönüşe neden olduğuna ilgi gösterirken, Klein’cılar düşünce zincirindeki dönüşün neye neden olduğuna odaklanmışlardır. Başka bir örnek verelim. Aşırı umut, Klein’cılar tarafından bir çirkinlik biçimi olarak görülürken, Winnicott’çular tarafından çirkinliğin umudun bir tezahürü olduğu düşünülmüştür. Tüm bunlar İngiltere’deki psikanalistlerin dinleme ve müdahale biçimlerinde farklılıklara yol açmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde bu tür tartışmalar -yakın zamana kadar- su yüzüne çıkmamış olsa da psikanalistlerin farklı karakter yapılarından kaynaklanan klinik tarzlardaki farklılıklar önlenememiştir. Sadece saf olanlar Harold Searles’in müdahaleci gösterişini, Paul Gray’in adım adım yaklaşımını ve Jacob Arlow’un altbenlik dostu sezgisini birbirine karıştırmıştır.

Teknik farklılıkların bir diğer kaynağı da teorik farklılıklardan kaynaklanıyordu. Kuzey Amerikalı psikanalistlerin çoğu Anna Freud-Heinz Hartmann eksenine şiddetle sadıktı ve son derece metodiktiler, önce savunma ve direnç analizi tarzında çalışıyorlardı. Otto Kernberg’in (1967, 1975, 1984) Şili’den Klein geleneğini ithal etmesi ve bunu ego psikolojisiyle ısrarlı bir şekilde sentezlemesi ortamı bozdu; bunun yarattığı dalgalar gerçekten de tatsız ve çalkantılıydı (Calef ve Weinshel, 1979; Klein ve Tribich, 1981). Kohut’un (1971, 1977) İngiliz bağımsız geleneğini kendilik psikolojisi dilinde yeniden keşfetmesi tabloyu daha da karmaşık hale getirdi. Robert Wallerstein (1988, s. 5) “tek bir psikanaliz mi yoksa birçok psikanaliz mi var?” diye merak etmeye başlamıştır. Leo Rangell (2006) ve Fred Pine (1988) sırasıyla üniter bir teori ve dört psikanaliz psikolojisi başlıkları altında sezgisel saçık büfeye düzen getirmeye çalışmıştır. Bununla birlikte, her türlü soru alana musallat olmaya devam etti. Borderline hastalar sadece nevrotiklerden daha mı nevrotikti? Narsisistik gelişim çizgisi nesne libidinal çizgisinden bağımsız mıdır? Empati, yorumlama için bir önkoşul mudur, yoksa onun yerine mi geçer? Ortaya çıkan muamma yetmezmiş gibi, psikanalitik olarak bilgilendirilmiş yenidoğan ve çocuk gözleminin büyüyen disiplini, klinik çalışmalarımızda da asimile edilmesi gereken veriler ortaya çıkardı.

Son olarak, analistler tarafından görülen hasta türlerindeki farklılıklar teknik yenilikler gerektirmiştir. Psikotik ya da psikotiğe yakın hastalarla çalışanlar (örneğin Chestnut Lodge, Boyer Vakfı ve Austen Riggs’de), Holokost’tan kurtulanlar ve onların sonraki nesilleri ile göçmen ve sürgün edilmiş bireyler, alışılagelmiş psikanalitik tekniğin her yerde uygulanması konusunda ciddi sorular ortaya çıkardı. Buna bir de ensest mağdurlarını ve dissosiyatif bozukluğu olan hastaları tedavi eden psikanalistlerin deneyimlerini ekleyin. Tüm bu araştırmacıların çalışmaları (örneğin, Akhtar, 2011; Boyer 1961, 1971; Brenner 2001, 2004; Burnham ve diğerleri, 1969; Charles, 2011; Kluft 1984, 1993; Kogan, 1995; Margolis, 1991; Searles 1965, 1986; Shengold, 1989; Volkan, 1976) terapötik araçlarımızı geliştirmiş ve yeni klinik müdahalelerin ana hatlarını çizmiştir. İşte bu noktada travmanın psikanalitik tedavisi söylemimize girmektedir.

RUHSAL TRAVMA TEDAVİSİ İÇİN KILAVUZ

Psikanaliz, orijinal dayanaklarını çocukluk çağı cinsel travma çalışmalarında bulmuş olsa da, çok geçmeden bu tür etiyolojiyi arka plana itmiş ve çocuksu fanteziyi merkeze koymuştur. Travmanın insan zihinsel yaşamındaki güçlü rolüne bir kez daha gereken saygının gösterilmesi için Holokost’tan kurtulanlarla (ve onların çocuklarıyla) yakından ilgilenilmesi gerekti. Ensest, dissosiyatif bozukluklar ve daha sonra da göçün psikososyal etkileri ve terörizm korkusu içinde yaşamak gibi konulara duyulan ilgi, hem bu tür koşullar altında insan zihnine neler olabileceği hem de tekniğimize ne gibi özel eklemeler yapılabileceği konusunda daha fazla bilgi sağladı belirtilmiştir. Bu literatürün kapsamlı bir incelemesi burada mümkün değildir, ancak aşağıdaki adımların bu alanda uzmanlaşmış kişiler tarafından tavsiye edildiği rahatlıkla söylenebilir.

Samimi Tutum

Psikanalistin gerçekten sıcak karşılayan tutumu hasta tarafından fark edilebilmelidir. Hasta, psikanalistin bu işi yapmaktan mutlu olduğunu ve hastayı ofisine ve bunun da ötesinde kendi iç dünyasına davet ettiğini hissetmelidir.

Bu hoşgörü sayesinde hasta ilk kez çocuk olma deneyiminin sorumsuzluğunun tadını çıkarır ki bu da sonraki varoluşu için olumlu yaşam dürtülerinin ve güdülerinin ortaya çıkmasına eşdeğerdir. Ancak daha sonra, genel olarak analizlerimizi karakterize eden yoksunluk taleplerine bilinçli olarak geçilebilir (Ferenczi, 1929, s. 106).

Benzer bir şekilde, Leo Stone (1981), “empatide, dinlemede ve anlamaya çalışmada örtük olarak bulunan ‘sevgi’, göreve tümdengelimsiz bağlılık, tam kabul duygusu, saygı ve bazen de katıksız güvenilir sabrın sade olgusu, katıksız yorumlama becerilerine eşit veya neredeyse eşit önemde yer alabilir” demiştir (s. 114). Bu durum hiçbir yerde ağır ruhsal travma geçmişi olan bireylerin tedavisi sırasında olduğundan daha doğru değildir.

Uzatılmış “Tutma”

Bu gibi durumlarda hastanın analiz edilebilir hale gelmesi için normalden daha uzun bir bekleme süresine ihtiyaç vardır. Hasta psikolojik olarak tutulmalı (Winnicott, 1960) ve aceleye getirilmemelidir. Terapötik uyumun sağlamlığını farklı düzeylerde deneyimlemesi için yeterli (genellikle oldukça uzun) bir süre tanınmalıdır (Amati-Mehler ve Argentieri, 1989; Balint, 1968). Hastanın savunmasızlığının ve/veya geri çekilmesinin erken kırılması onu yeniden travmatize edebilir. Hasta onaylanmaya ve tutulmaya ihtiyaç duyarken verilen yorumlar, içerik açısından doğru olsalar bile incinmeye neden olabilir. Winnicott (1963) aşağıdaki sözleriyle bu durumu güzel bir şekilde tanımlamıştır:

“Beklersek, hastanın kendi zamanında nesnel olarak algılanırız, ancak hastanın analitik sürecini kolaylaştıracak şekilde davranmazsak (ki bu bebeğin ve çocuğun olgunlaşma sürecine eşdeğerdir), hasta için kesinlikle ‘ben değilim’ haline geliriz ve o zaman çok fazla şey biliriz ve tehlikeliyizdir. (p. 189)”

Esnek Çerçeve

Psikanalist, hastanın travma sonrası özgünlüklerine dikkatlice uyum sağlayabilmeli ve istekli olmalıdır. Örneğin, hasta bir bebek veya köpek ile ofise gelirse, analist buna izin vermeli, dikkat çekmemeli (Balint, 1968) ve sürecin gelişmesine izin vermeli.Hastaların seanslara düzensiz katılımı da benzer şekilde uzun bir süre tolere edilmeli ve yarı-etkin bir şekilde (yani yorumlanmadan) anlaşılmalıdır (Gerrard, 2011). Bu, gerçekliğe karşı aşırı tavizlere izin vermediği gibi, bu tür eylemler hakkında şüpheci düşünmeyi de engellemez. Bununla birlikte, sabır, onaylama ve uzlaşmaya, tedaviye başladıktan sonra makul bir süre boyunca ve deşifre etmenin maskesini düşürmekten daha fazla öncelik verilmelidir.

Travma Doğrulaması

Nanette Auerhan ve Dori Laub’un (1987), analistin bu büyük trajedinin gerçek doğasını kabul ettiğini göstermesini gerektiren Holokost’un gerçekliğinin ortak kabulü kavramı, tüm ağır travmalar için geçerlidir. Bu tür durumlarla ilgilenen psikanalist, olayın ya da olayların (örneğin, bir ebeveyn tarafından cinsel istismar, erken çocukluk döneminde bir ebeveynin ölümü, fiziksel vahşet) gerçekten de hastanın katlanmak zorunda kaldığı korkunç şeyler olduğunu değerlendirmelidir. Elbette, hasta psikanalistten bunu tekrar tekrar duymak istemeye bağımlı hale gelirse, konu yorumlayıcı bir şekilde ele alınmalıdır. Ancak, travmanın psişik etkisinin doğrulanması her zaman ilk adım olmalıdır.

Çoklu İşlev İlkesine İnanç

Psikanalist, çoklu işlev ilkesini (Waelder, 1936) benimsemeli ve hastanın sunduğu herhangi bir fenomenin çok katmanlı olduğunu ve hastanın ruhunun genel gestaltının yalnızca bir parçası olduğunu fark etmelidir. Aksi takdirde, hastanın açık materyalinin (ve aktarım sonuçlarının) umutsuz monotonluğu ve/veya şiddetli basitliği psikanalisti semptom temelli ve doğrudan iyileştirici müdahalelere yöneltebilir. Her psikolojik meselenin birçok belirleyicisi ve birçok amacı olduğuna dair inanç, analistin çalışma egosuna ihtiyaç duyduğu serbestliği sağlar. Böylece psikanalist, hastanın psikopatolojisine ödipale karşı pre-ödipal (Greenspan, 1977), savunmaya karşı deşarj (Arlow ve Brenner, 1964), romantiğe karşı klasik (Strenger, 1989), çatışmaya karşı eksiklik (Killingmo, 1989) gibi çeşitli bakış açılarını dahil edebilir. Bu çelişkili perspektifler arasındaki salınımlar, psikanalistin “kişisel mite” (Kris, 1956, s. 54) inanmasının yanı sıra hastanın psikopatolojisinin basit ve tek faktörlü açıklamalarına yenik düşmesini önleyecektir.

Sözsüz İletişime Duyarlılık

Ağır travma geçirmiş bireyleri tedavi ederken, psikanalistin onların sözsüz iletişimlerine keskin bir şekilde odaklanması gerekmektedir. Bu tür hastalar genellikle hatırlamak ve rapor etmek yerine davranış sergilerler. Hayal kurma detayları yetersizdir ve “benlik gelişiminin erken dönemlerindeki kesintilere işaret eden ham veriler genellikle sözlü veya entelektüel olmaktan ziyade duygusal olma eğilimindedir” (Burland, 1975, s. 317). Bununla birlikte, travmanın “hatırlanamayan ve unutulamayan” (Frank, 1969, s. 48) kalıntıları yetişkin kişiliğinin altında azalmadan yatar ve genellikle yalnızca hastanın koltuktaki duruşu ve hareketleri, tavırları, ses tonu ve ofise giriş ve çıkış tarzı aracılığıyla fark edilebilir. Bu tür “davranışsal dans ve somatik müziğin” (McLaughlin, 1992, s. 151) en yüksek sesle yankılandığı kişinin karşı aktarımına dikkat etmek, yeniden yapılandırma ve içgörü için yeni manzaralar açar.

Sözelleştirmenin Geliştirilmesi

Psikolojik travma sadece benlik ve nesne sürekliliğinin pekiştirilmesini değil, aynı zamanda egonun içsel duygusal durumları tanıma ve düzenleme kapasitesini de etkiler. Bu nedenle analist, bu konuda hastaya yardımcı bir ego olmak zorundadır, onu o anda aktif olan duygu durumlarına tanıştırarak. Amy Katan (1961) bu noktayı şu şekilde dile getirdi: “Sözlü ifade, egonun duygular ve dürtüler üzerindeki kontrol fonksiyonunun artmasına yol açar” (s. 185). “Şu anda çok sinirli görünüyorsun,” “yaşadığın şey son derece acı verici,” ve “çok, çok üzgün görünüyorsun” gibi yorumlar, sıradan görünse de, hastanın egosunun içsel kaosun üstesinden gelmesine yardımcı olur (Volkan, 1976) ve daha sonra daha geleneksel yorumlama işlemleri için uygun hale gelen materyali düzenler.

Geçiş Alanının Oluşturulması

Bununla bağlantılı bir konu da derin psikanalitik sürecin tohumlarının atılabileceği psişik alanın yaratılmasıdır. Travma geçirmiş bireyler genellikle ikiye bölünmüştür ve ambivalansa katlanamazlar. Senin yolun ya da benim yolum, şimdi ya da asla, hep ya da hiç… Aşk ya da nefret onların psişik oturma odalarının mobilyalarını oluşturur (Lewin ve Schulz, 1992). Bu tür bölünmeleri onarmak için psikanalist köprü kurucu müdahalelerde bulunmalıdır (Kernberg, 1975), yani nazik sözlü hatırlatmalarla veya ses tonundaki ince bir değişimle, o anda aktif olanın zıttı olan aktarım konfigürasyonunu unutmadığını gösteren yorumlar yapmalıdır. Bundan daha da önemlisi, analistin hasta için kapalı olan (ya da şimdiye kadar var olmayan) geçiş alanını (Winnicott, 1953) açması ve zihinselleştirme kapasitesini artırması gerekir (Fonagy ve Target, 1997). Örneğin, hasta düşüncelerini alışkanlıkla “Bu konuda söyleyecek başka bir şeyim yok” diyerek sonlandırıyorsa, psikanalist hastaya bunu biraz daha farklı bir şekilde söylemeyi denemesini önerebilir, yani “Bu konuda söyleyecek bildiğim başka bir şey yok”. Açıkça görüldüğü üzere bu, topografik olarak katmanlı malzemenin ortaya çıkması için yeni olasılıklar yaratacaktır. Ya da hasta (örneğin psianalistle seks yapma isteğine yanıt olarak) “Bak, buna ‘hayır’ diyeceğini biliyorum” derse, analist “Ya ‘hayır’ demezsem?” diye sorabilir. Ve sonra, hastanın panikle verdiği yanıt üzerine: “Şu anda beni korkutuyorsun. ‘Evet’ mi diyorsun?” diye panikle sorduğunda, analist hastaya evet-hayır yanıtından kaçınan olası bir yanıt olarak “Bunun hakkında konuşalım” diyerek yine hayır yanıtını verebilir. Ve bu böyle devam eder. Önemli olan hastayı yeni düşünmeye itmektir, bu da kişinin kendi adına yeni düşündüğünü göstermekle olur.

Hastaların Dalgalanan Psikoyapısal Organizasyonuna Uyum

Analiz gerçekten başladığında, analist iki kutup arasında dalgalanabilmelidir: olumlayıcı müdahalelere yol açan saf dinleme ve yorumlayıcı müdahalelere yol açan şüpheci dinleme.
Üstbenliğin yorumlamama korkusunu ve altbenliğin her zaman yorumlama hırsını bir kenara bırakarak, psikanalist egosundan ve onun hastanın dalgalanan psişik organizasyonuyla olan derin temasından yola çıkarak hareket etmelidir. Hasta sıradan çatışma temelli aktarımlardan uzaklaşıp benlik ve nesne temsillerinin travmatize olmuş alanına geçtiğinde,

“…araştırmacı tutum artık hastanın yapısal düzeyiyle eşleşmez ve analist stratejisini değiştirmek zorunda kalır. Aksi takdirde, müdahalesinin hastanın öz temsiline karşı bir saldırı olarak hareket etmesi muhtemeldir. . . . Ayrıca, aktarımın niteliğinin yapısal dönüm noktasına yakın olabileceği ve bu nedenle hızla değişmeye yatkın olduğu da unutulmamalıdır. Buna göre, analist iki stratejik pozisyon arasındaki salınım için sürekli bir alıcılık durumunda olmalıdır (Killingmo, 1989, p. 74).”

Gelişimsel Müdahalelerin Kullanımı

Travma deneyimlemiş bireylerle çalışan psikanalist, psikopatolojinin yorumlayıcı çözümü ile durdurulmuş gelişimin yeniden başlaması arasındaki diyalektik ilişkiyi de akılda tutmalıdır (Settlage, 1993). Travma sonrası patolojinin her çözülüşünde, o alanda gelişimin yeniden başlaması için bir fırsat doğar ve bu türden her gelişimsel ilerlemede, hastanın bastırılmış kaygı üreten anıların, isteklerin ve fantezilerin açığa çıkmasına yönelik toleransında bir artış olur. Samuel Abrams’ın (1978) gelişimsel müdahalesi bu bağlamda özel bir araç haline gelir. Devam eden klinik çalışmanın bir sonucu olarak şimdiye kadar ifade edilmemiş sağlıklı bir eğilim ortaya çıktığında, psikanalist bunu yorumsal olarak yapısöküme uğratmamalı; bunun yerine, içindeki doğal ilerici eğilimin altını çizmeli ve “deneyimsel yapı taşlarının ortaya çıkmasını kolaylaştırmalıdır” (s. 397). Calvin Settlage’in (1993) analistin hastanın gelişimsel girişimlerini ve başarılarını kabul etmesi ve teşvik etmesi yönündeki tavsiyesi de aynı alana aittir.

Yas Tutmanın Kolaylaştırılması

Psikanalist, analizlerin ayrılmaz bir parçası olan yas benzeri unsurların, travmatize hastaların tedavisinde daha büyük bir önem taşıdığını kabul etmelidir. Bu tür bireyler, kişiliğin kademeli olgunlaşmasına özgü aşamalı kayıp (dış destek ve her şeye gücü yetme) ve kazanç (iç yapı ve gerçeklik ilkesi) adımlarından geçmemiştir. Bu yas prototipinden yoksundurlar. Analistten ayrılmalar, ona karşı saldırganlıklarının suçlu bir şekilde farkına varmaları, minnettarlıklarının ortaya çıkması ve sonlandırma sırasında kaybın yenilenen ıstırabı, hepsi yas sürecini uyandırır ve teselli eder. Aynı şey çocuksu her şeye kadirliklerini kaybetmeleri ve sıklıkla bir yanılsamalar dünyasında yaşama eğilimleri için de geçerlidir. Bu son eğilim özellikle intikam alma bağımlılığında (gerçekte ya da fantezide) ya da tam tersine, bir gün tüm yaraların sarılacağı, tüm şikayetlerin duyulacağı ve başkaları tarafından yapılan tüm zalimliklerin özür dileneceği ve affedileceği yönündeki neredeyse manik umutta belirgindir. Bunun böyle olmayabileceğinin farkına varmak ve böyle bir farkındalığa eşlik eden üzüntü travmatize olmuş bireylerin tedavisinin ayrılmaz bir parçasıdır.

Karşı Aktarım Yönetimi

Travmatize hastalar bize korkunç istismar hikayeleri, çaresizliğin yürek sızlatan feryatları, beyhudeliğin yükü ve intikam arayışının yaralayıcı hançerlerini getirir. Tüm bunlar bir karşı aktarım tahribatı yaratabilir. Buna katlanılmalı, hayatta kalınmalı (Winnicott, 1962) ve rol duyarlılığının (Sandler, 1976) onu hastayla karşılıklı bir canlandırmaya zorladığı anlarda (veya hemen sonrasında) bile bir bilgi kaynağı olarak özenle kullanılmalıdır. Unutulmamalıdır ki “psikanalistin analitik durum içinde hastasına verdiği duygusal tepki, çalışmasının en önemli araçlarından birini temsil eder – hastanın bilinçdışına yönelik bir araştırma aracıdır” (Heimann, 1950, s. 81). Başka bir yerde (Akhtar, baskıda) analistin kendi çağrışımlarına, dürtülerine, duygulanımlarına ve eylemlerine -hem kasıtlı hem de kasıtsız olarak- klinik ikili içinde ortaya çıkan sürecin daha derin akımları hakkında onu nasıl bilgilendirdiğini tanımladım. Tüm klinik çalışmalar için geçerli olsa da, travma geçirmiş bireylerle çalışırken bu tür bir uyanıklık daha büyük önem taşır. Burada göz önünde bulundurulması gereken bir diğer nokta da “psikanalizin psikanalistin ruhuna ait olan ve analize fayda sağlayabilecek unsurları da çağrıştırıp çağrıştırmayacağıdır” (Parsons, 2007, s. 1452). Bu nedenle, karşı aktarım fenomenlerine karşı uyanık bir tutum, özeleştirel kısıtlama ile eş tutulmamalıdır.

ANALİSTİN KİŞİLİĞİNİN ROLÜ

Freud (1910, s. 145) “hiçbir psikanalist kendi komplekslerinin ve dirençlerinin izin verdiğinden daha ileri gitmez” derken, bir yandan analitik tedavinin tekniği, derinliği ve sonuçları ile diğer yandan analistin kişiliği arasındaki potansiyel bağlantıyı açıkça dile getirmiştir. Sonraki analistler de (örneğin Guntrip, 1969; Klauber, 1968) böyle bir bağlantıya dikkat çekmişlerdir, ancak çoğunlukla geçiştirmişlerdir. Ve hiçbir analistin hastaya sadece sıcaklığı, sabrı ve şefkatiyle yardımcı olamayacağı doğrudur. Bu niteliklerin önemi, analistin teknik becerileriyle olan karmaşık etkileşimlerinde yatar. Burada birçok faktör söz konusudur.

Öncelikle, ağır travma geçirmiş hastalarla çalışmanın zor ve sıklıkla cesaret kırıcı olduğu unutulmamalıdır. İyileşme yavaş gerçekleşir. Hastanın genellikle çok az nedeni veya umudu vardır ve uzun süreler boyunca iyimserliği sürdürme işlevi yalnızca terapiste aittir. Bu nedenle terapist, “değişim yokluğuna karşı büyük bir sabra” (Kernberg, 1984, s. 252) ve çoğu zaman “kayıp, ağır hastalık ve başarısızlığın tolere edilebileceğine ve üstesinden gelinebileceğine” dair sağlam bir inanca sahip olmalıdır (s. 249). Tecrübeli klinisyenler bu inancı bilgilerinden ve önceki deneyimlerinden alırlar. Ancak acemi, ödünç alınmış bir inançla, yani kendi analizinin faydalı deneyimlerinden, klinik süpervizörlerinin faydalı tavsiyelerinden ve alandaki önde gelen çalışanlara duyduğu saygıdan, hatta idealleştirmesinden kaynaklanan bir inançla hayatta kalmak zorundadır. Bu üç kaynak da, kişinin çalışmasına yönelik otantik güven gelişene kadar kötümserliğe karşı panzehir işlevi görür.

İkinci olarak, analist narsisistik eğilimlerini büyük ölçüde aşmış olmalıdır. Bu, analistin ya sürekli olarak ya da en azından ciddi şekilde hasta ve talepkar (veya içine kapanık) bir hastayı tedavi ederken şüphe ve zorluk yaşadığı zamanlarda süpervizyon almasına yardımcı olacaktır. Ayrıca analistin tedavinin sonucuna ilişkin gerçekçi olmayan yüksek beklentilere sahip olmasını da önleyecektir. Daha da önemlisi, narsisistik sorunların çözülmesi analistin kendisini olduğu gibi kabul etmesini derinleştirecek ve bu da “hastanın da kendisi ve hayatı hakkındaki gerçekleri kabul edebileceğine dair inancını davranışlarında ifade etmesine izin verebilecektir” (Kernberg, 1989, s. 250).

Üçüncü olarak, analist hastaya karşı gerçek ve özel bir duygusal tepki verebilmelidir (Little, 1951; Winnicott, 1947). İçsel duygu yelpazesinin geniş olması gerekir. Merak, öfke, sempati, üzüntü, erotik ilgi ve uyarılma, kıskançlık, acıma, iğrenme, korku, sevgi, samimiyet ve benzerlerini deneyimleyebilmelidir. Böylesi bir içsel duygusal özgürlük sadece çalışmalarına özgünlük katmakla kalmayacak, aynı zamanda karşı aktarım tepkilerini verimli bir şekilde kullanma kapasitesini de artıracaktır.

Şu ana kadar ortaya konan üç nokta analitik camiada geniş bir mutabakat bulmuştur. Asıl çetrefilli soru analistin kendi geçmişinde travma olup olmadığıyla ilgilidir. Tedaviye yardımcı mı olur yoksa engel mi olur? Bu soruyu yanıtlamadan ve bu huzursuzluk yaratan sorgulamayı hızla sonlandırmadan önce, aşağıdaki soruları düşünmemizi öneriyorum.

  • Çocukluğunda hiç kayıp yaşamamış biri, annesini üç ya da dört yaşında kaybetmiş yetişkin analizanlarla gerçekten empati kurabilir mi? Sağlam bir aileye ve çoğunlukla huzurlu bir çocukluğa sahip olan bir analist, başka bir yerde (Akhtar, 2011) ‘annesiz çocuğun utancı’ olarak adlandırdığım şeyi anlayabilir mi?
  • Doğmuş, büyümüş, eğitim almış ve şu anda 300-400 mil yarıçaplı bir alanda yaşayan ve pratik yapan bir analistin, bir yetişkin olarak kültürel olarak farklı bir ülkeden diğerine taşınan birinin ‘yönünü şaşırtan kaygılarını’ (Grinberg ve Grinberg, 1989) kavraması mümkün müdür?
  • Çoğunlukla sevgi dolu ebeveynler tarafından yetiştirilen bir analist, ebeveynleri tarafından şiddetle dövülen ve ağabeyi ya da büyükbabası tarafından cinsel istismara uğrayan birinin hakir görülmesini ve çektiği acıyı nasıl anlayabilir?

Daha devam edebilirim ama bence önemli olan nokta anlaşıldı. Hastalarımızın yaşadığı travma bizim deneyimsel yörüngemizin çok dışında kalıyorsa, analistler olarak empatimizin sınırları olabilir. Peki o zaman çözüm nedir? Yalnızca yetim analistlerin çocuklukta ebeveyn kaybına uyum sağlayabileceğini, yalnızca istismara uğramış analistlerin erken dönem fiziksel veya psişik deri ihlalleriyle rezonansa girebileceğini mi varsayacağız? Peki ya bu ülkede siyah olmanın süregelen gerginlik travması (Kris, 1956) ne olacak? Beyaz bir analist bunu gerçekten anlayabilir mi? Ve benzeri. Bunlar zor konulardır ve kavramsal zemin en hafif tabirle müphemdir.

Kendi klinik deneyimim bana şunu söylüyor. Analist hastasınınkine benzer bir travma yaşamış ve bunun üzerinde makul bir ego hakimiyeti kazanmışsa, travmatik geçmişi gerçeği yardımcı olabilir. Evde sevgi dolu ilişkilerin ve psikanaliz dışında yüceltici kanalların (örneğin sanat, şiir) varlığı, klinik çalışmanın analistin kişisel travmasının yeniden etkinleştirilmesi ve işlenmesinin tek arenası haline gelmesini engellediği için bunu daha olası hale getirir. Analist kendini uyanık tutarsa, gereksiz yere kendini ifşa etmekten kaçınırsa, zaman zaman akran danışmanlığı isterse ve düşüncelerini yazıya dökerse (ortaya çıkan materyal yayınlansın ya da yayınlanmasın) işler daha da iyi olabilir. Dahası, analist travmasıyla karşılaşmanın -bu kez analizanda yer alır- kendisiyle ilgili yeni anlayışları ve neden olmasın, kendisinde gerçek psişik büyümeyi harekete geçirebileceği gerçeğine açık kalmalıdır. Ne yazık ki hasta gizliliği (ve tabii ki kendi gizliliğim) nedeniyle ayrıntılara giremiyorum ancak tüm bunlar kesinlikle benim öznel deneyimlerim ve son yazılarımın bazılarında örtük olarak yer almaktadır (Akhtar, 2009, 2011). Öte yandan, analist hala çocukluk travmasının bazı yönleriyle mücadele ediyorsa, bunlar üzerinde ego hakimiyetine ulaşamamışsa, o zaman kendini şımartan ifşaat, homo-travmatik danışıklı dövüş ve hastanın travmatik kişilik sektörünü mevcut kullanımlarını yorumlamayı by-pass etme riski ortaya çıkabilir. Ancak işler bu kadar net değildir. En iyi koşullar altında bile, travmatize olmuş tüm bireylerde hem ustalaşmış hem de ustalaşmamış psişik kalıntılar kalır ve psikanalist de bu konuda bir istisna değildir. Mesele bunların göreceli oranı ve duygusal yoğunluğudur.

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, en önemli şey psikanalistin kendisine, hastasına ve analitik sürece karşı dürüstlüğüdür, çünkü bu onu tetikte olmaya, konsültasyon aramaya, “aşırı gizlilikten” kaçınmaya (Celenza, 2007) ve büyük teknik hatalardan kaçınmaya iter. İnsani gelişim için her zaman mevcut olan potansiyele duyulan güven de yardımcı olur. Hastayı zaman içinde patolojik umuttan umutsuzluğa gitme eğiliminden vazgeçmeye ve bunun yerine patolojik umuttan gerçekçi umuda gitmeye teşvik edebilir (Akhtar, 1996). Analist hastanın büyüme kapasitesine inanırsa bu hareket kolaylaşır; bu, Loewald’ın (1960) kişinin ebeveynlerinin gözünden görülen olgunlaşma potansiyeli ile özdeşleşmeye yönelik çocukluk ihtiyacının ana hatlarını yansıtan bir önermedir. Bu nedenle, travmatize olmuş bireyleri tedavi eden analistin gözleri çoğu zaman açık ve parlak olmalıdır.