Öksüz Begonviller

Begonviller de öksüz kalır.

Bir zamanlar koynunda Asi nehrini uyutan, dağın yamacına uzanmış güzel bir şehir vardı. Begonviller mağrurdu o zamanlar, başları dikti ve tutunduğu duvarın üstlerine tırmanarak şehrin insanlarını yukarıdan seyrederlerdi. Morlu pembeli çiçekleri; sanki bir müjdeyi henüz almış ve tadına doyamamış gibi, sanki sevdiğini bir köşe başında görüp ona doğru yürür gibi, sanki bebeği ilk defa ona seslenmiş gibi, sanki çok çalıştığı sınavı geçmiş gibi, sanki uğraşıp didinip kurduğu işi rayına oturmuş gibi, sanki uzaklardaki torunu ziyarete gelmiş gibi cilveli, neşeli, keyfi yerinde ve heyecanlı bir şekilde sallanırdı. Taş döşeli yollarda günün ilk ışıklarıyla bir simit arabasının sesi tıkırdardı, fırında yükselen ateşin gözleri mahmur… Seslerin ve kokuların birbirine karıştığı saatlerdi. Simitlere kimyon ve tuz katık edilir, çayların birincisi yetmez ikincisi söylenir, Saray caddesinden Köprübaşına ve oradan da Cumhuriyet’le Atatürk caddelerine bağlanan yolda nereye varmak istiyorsak oraya doğru yürürken bizimle rastlaşan üç beş kişiye selam verilirdi.

Begonillerin parmak uçları rüzgara nazikçe uzanırdı. Rüzgar bir yandan getirdiği haberleri begonvile fısıldardı. Bir rüzgar bir begonvil kallavi süvarilerde içilen üstü köpüksüz iki kere kavrulmuş üç kere kaynatılmış kahvelerini yudumlarken birbirlerine o gün Antakya’da ne olduysa anlatırlardı. Bu rüzgardan en çok temizlik işine giden kadınlar memnundu. Antakya’nın rüzgarı, haylaz bir çocuk gibi tozu toprağı oradan oraya savurduğu sürece “Bu rüzgar bitmeden bizim işimiz de bitmez” derlerdi. Rüzgar sadece haberleri begonvile, tozu evlere taşımazdı: yaz gelince bir deniz serinliğini, nisanda portakal çiçeklerinin rayihasını, kışın dağlardan ayazı, tüten dumanı, düşen yaprağı…

Bir gün her ölüm gibi erken her felaket gibi beklenmedik bir anda begonviller öksüz kaldı. Toprağı iniltili, rüzgar irkilmiş, yağmur beş parmak… Begonvillerin boynu büküldü, tutunduğu duvarlar yıkıldı ve taş sokaklar terk edildi. Begonviller kırılan kolunu kanadını bırakmış, hayatta kalmaya çalışıyordu. Dökülen yapraklarının, savrulan çiçeklerinin, topraktan kopmuş köklerinin çalakalem acısı içinde ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Rüzgarın sesi karışık, haberler vahimdi. Rüzgara tek bir şey sorabiliyordu birileri hakkında: “Sağ mı?”

Günler geceler geçti, ilk başta birkaç kişi dalını yaprağını okşasa da kimse begonvillere bakmadı. Şimdi nasıl derseniz ayakta, tutunacak bir şey aramakta. Hafif boynu bükük, biraz dalı kırık ama kökü yerinde. Öksüzlüğün boynu bükük sahipsizliğiyle kendi köşesinde iyileşmeyi beklemekte. Kimi yaprakları kimi çiçekleri savrulmuş başka şehirlere, kimileri toprağa karıştı köklerinin dibinde uyumakta.

Yorum bırakın